29 Ekim 2014 Çarşamba

Daha Huzurlu 29 Ekim'lere İnşallah

  Bugün 29 Ekim 2014.Takvim her ne kadar 1923'ten 91 sene daha ileri olsa da geçen gün ve yılların bize getirdiklerini konuşmaktansa bizden aldıklarından bahsetmek daha mantıklı geliyor.Hürriyet,Milliyet,Sözcü ya da Cumhuriyet tarzı gazetelerde yazan Atatürkçü abla ve abilerimizin aksine ''Ne mutlu Türküm!'' naraları atarak ya da ''Özledik seni büyük ATATÜRK!'' diyerek devam etmeyeceğim.Ne Atatürkten haz etmeyenleri kışkırtmak ne de onu sevenlerin sempatisini kazanmak istiyorum şuan.Şuan tek amacım bu ülkeyi kuran ve bu uğurda ölümüne bir mücadele vermiş başta Atatürk olmak üzere onun etrafında toplanan mükemmel insanlara haklarını teslim etmek,91 senedir anlayamadığımız,yapmayı denedikleri şeyleri ve onların ideallerini tartışmak istiyorum.Evet tam 91 sene oldu ve biz hala bu klasik naraları atmaktan öteye geçemedik.Bunun sorumlusu bizzat biziz,annelerimiz,babalarımız,ablalarınız hatta dedeleriniz.Hiç birimiz 29 Ekim'de Vatan Caddesine gidip tankları izleyip böbürlenmekten öteye gidemedik bu muhteşem anlamlı günde.Sabah TRT'yi açıp bu ülkeyi yönetenlerin orada yürüyen askerlere kin ve nefret dolu bakışlarını atmalarını göz ardı ettik ve izlemeye devam ettik.Ama bilemedik,TRT'nin tek amacının Atatürkçü ve Milli görüşe sahip olanların reyting oranlarını çalmak olduğunu,TRT hala bizim sandık.Bizim değildi.

  Sunan spiker de adeta bizler gibi o tarihte ne mücadeleler verildiğini belki de tam bilmiyordu ya da hissedemiyordu.Önüne konan kağıdı aldığı eğitimle süsleyip püsleyip bizi şevklendirmekti görevi.Çünkü 'Cumhuriyet' kelimesinin kırıntılarına bile hasret kaldığımız bu günlerde bu bayramlar iktidar mensuplarının bizi doyurduğu bir öğün,gazımızı aldığı bir sırt sıvazlama gibi birşeydi.Eğer izlemekten daha ileriye gidip bunu fiile dönüştürürseniz,bugün Anıtkabire gönderilen tomaların suyuyla karşılaşırdınız.Siz sadece kırıntılarla avunmalıydınız ki içinizdeki o 'Cumhuriyetçi,Özgürlükçü' karakter biraz daha doyabilsin.Ama daha fazlası değil.

  Peki neden 29 Ekim var ? diye sorabilirsiniz.Evet 29 Ekim kutlanmalı,İzmir'de olduğu gibi,coşkuyla ve mutlulukla.Ancak o kutladığınız Cumhuriyetin kurucularının fikirlerini bilmeden biz neyi kutlayabiliriz ? Ya da bu ne işe yarar ? Geçen 91 senenin ardından 90 kez sevinçle kutlanmış bir bayramdan söz ediyoruz.Peki ne var elimizde ? 90 kere sokaklara çıkıp bağıra bağıra kutladıktan sonra biz yönetilen kademede olmaktan öteye geçemediysek biz neyi,nerede,nasıl yanlış yaptık ? Bunun hesabını annelerimize ve babalarımıza sormalıyız.Hiç yanınızda oturup kitap okuduklarını hatırlar mısınız bir kez dahi ? Hiç ellerine Kurtuluş Savaşı,Milli Mücadele konulu bir kitap almış okurken hayal edebilir misiniz onları ? Hiç bilirler mi Atatürk'ün ideallerini,artık paçavradan farksız o Chp amblemindeki altı okun içeriğini ? Bize öğretmediler.Biz de öğrenemedik.Ve geçen 91 senenin ardından Atatürk ve İdealleri hakkında samimi olarak hiç bir fikrimiz yok.Atatürk'ün gerçek icraat ve projelerini bilmiyoruz.Sadece kokuşmuş Atatürkçülerin bize öğrettikleriyle yetindik bunca sene ve sadece kendimizi tatmin ettik meydanlara inip dans edip kutlayarak.

  Peki neden 29 Ekim var diye soruyor musun hala ? Sana o günlerin ideallerini hatırlatmak için var.Eğer öğrendiysen unutma diye.Bilmiyorsan da artık öğren diye var 29 Ekim.Bizim için çabalamış insanların fikirlerini açıp okumalıyız,en azından onlara haklarını böyle teslim edebiliriz.

  Daha huzurlu 29 Ekimlere inşallah.

17 Ağustos 2014 Pazar

Toplumsal Gelişmişlik Farklılıkları 4

  Önceki yazımda Yeni Gine'nin tarımı ilk keşfeden halklardan biri olmasına rağmen neden bir medeniyet kuramadığına değinmiştik.Tarımın medeniyetin temeli olduğunu bir kez daha vurgulamış,bu tezin Yeni Gine'de hangi koşullardan dolayı vuku bulmadığını ve Tanrının gerçekten de coğrafya ve iklim konusunda bu adacığa hiç de cömert davranmadığını söylemiştik.Peki ya coğrafya ve iklim olarak birbirine yakın iki kıta olan Avrupa ve Asya'daki gelişmişlik farklılığını nasıl açıklamalıyız ?

  Bu toplumsal gelişmişliğin farklarını açıklarken araştırabileceğimiz 7-8 tane çok güzel araştırmacı var ve şuan ben Jared Diamond'un ''Tarım-Coğrafya'' tezinden devam ediyorum.Tek Tanrıyı farklı dinler aracılığıyla anlatıyormuş gibi bir his olsa da araştırmacıların görüşlerini tek potada eritmek istemediğimden böyle devam edeceğiz.Hangisi daha haklı hangisi daha eksik görmek açısından güzel..

Evet sorumuza geri dönmek gerekirse: ''Neden Avrupa ve Asya halkları benzer iklim ve coğrafik koşullarda hayatlarını sürdürürken biri diğerinin gerisinde kaldı ?'' İlk başta düşününce tarih kitaplarımızdan aklımızda kalan gereksiz bilgilerle bunu açıklamaya çalışabiliriz.Ancak gerçeği bulmak için daha çok araştırmalı ve daha çok şey okumalıyız,araştırmadan bildiğini düşünmek hiç bilmemekten çok daha kötüdür.Aslında tarım tezimizin büyük kısmını önceki yazılarımızda açıkladık.Tarımı ilk bulan halkların medeniyete nasıl kavuştuklarından ve bunun asla bir tesadüf olamayacağından bahsettik.''Peki niye Yeni Gine'de aynı medeniyet sağlanamadı?'' diyecek olanlara da coğrafya ve iklimin tetikleyici gücünü ve Yeni Gine'deki ufak detayların yarattığı büyük problemleri açıkladık.

  Tarım bir halka sadece o medeniyeti kurup devam ettirebilecek potansiyel zanaatkar,bilim adamı ve işçi sınıfını besleyebilmesini sağlar.Asya ve Avrupa halkları bu refaha kısmen erdikten sonra,kısmen diyorum çünkü açlık sorununa kesin çözüm 1800'lere kadar bulunamadı,asıl önemli olan şey artık kısmen aç kalmayan ve artık karnını doyurmaktan daha başka işlere yönelebilecek bu üretken topluluğun nasıl yönlendirildiği ve neler yapabildiği.Yerleşik hayata geçip toplumun sınıflandırılmasının önemi aslında burada ortaya çıkıyor,Yeni Gine'de yerleşik hayata geçememiş göçebe halk bütün gününü sagu ağacını eleyip yenebilecek hale getirerek harcarken yerleşik hayata geçmiş Asya ve Avrupa medeniyetlerinde sadece işçiler bu işle uğraşıyor,herkesin statüsü ve görevi farklı.

  Yukarıda asıl önemli olanın doyan bu üretici sınıfın nasıl yönlendirildiği,ne yaptığı yani 'bilimin hangi düzeyde geliştiği' olduğunu söyledim.Evet,eğer bu eşit koşullara sahip iki kıtanın neden eski dönemlerden beri farklı konumlarda olduğunu incelemek istiyorsak rotamız 'bilim' olmalı,kurulan medeniyetin bazı ihtiyaçları,bu ihtiyaçları karşılamak için de teknolojinin yol kat etmesine gereksinim vardır.Evet yeni kısır döngümüz 'İhtiyaç mı teknolojiden doğar,teknoloji mi ihtiyaçtan?'.


  3 Temmuz 1908'de Girit Adası'nda,Phaistos eski Minoa sarayında kazı yapan arkeologlar sol tarafta görmüş olduğunuz Phaistos Diski'ni buldular.İlk bakışta bir özelliği yokmuş gibi görünse de yakından bakılınca 241 gösterge ya da harf dikey çizgilerle düzgün biçimde öbeklere ayrılmış ve hiç boşluk kalmayacak şekilde sarmal şekilde düzenlenmişti.İşaretlerin sayısına bakılırsa(46) alfabeden çok hece yazımı olmalı ama hala şifresi çözülmüş değil.Bu disk keşfedildikten sonraki 89 yıl içinde bu tuhaf yazıyla yazılmış en küçük bir şey bulunmadı.M.Ö 1700 olarak hesaplanan tarihine bakılırsa dünyadaki ilk basılı belge olması gerekiyor.Yumuşak kilin üzerine 46 adet damgayla basılmış bu disk insanoğlunun ilk basım girişimiydi.Matbaacılıkta da aynı şekilde kesme damgalar kullanılmıştı ama kağıt üzerine ve mürekkeple,kil üzerine değil.Bu ilk basım girişiminden sonraki ilk adım Çin'de 2500,Avrupa'da 3100 yıl sonrasına kadar atılmadı.Peki neden bu ilk basım girişimi Girit'te veya eski Akdeniz'de yaygın olarak benimsenmedi ve mürekkep-baskı düşüncesini ekleyip matbaa makinesine geçmek binlerce yıl aldı ? Ayrıca neden dünya üzerindeki tüm buluşları Avustralya yerlileri ya da Amerikan yerlileri değil de Avrasyalılar yaptı ?

  Bazı görüşlere göre,toplumların bir kısmı tutucu,içe dönük ve değişikliğe düşmandır.Üçüncü dünya halklarına yardım etmeye çalışan ve cesaretleri kırılan bazı Avrupalıların görüşleri bu yönde.Sorun onların birey olarak ne durumda oldukları değil toplumun genel olarak ne durumda olduğudur.Torres Boğazı adalarında yaşayan insanlarla ticaret yapan,onların ok ile yay kullandığını gören Kuzeydoğu Avustralya yerlilerinin onlardan ok ile yayı almamasını başka nasıl açıklayabiliriz ? Ancak biz kıtalar arası gelişmişlik farklılığından bahsediyoruz,bir kıtadaki tüm toplumlar yeniliğe kapalı olabilir mi ? Farklı kıtalarda teknoloji neden farklı hızda gelişir ?

  Bu yazı daha çok soru odaklı oldu,gelecek yazımda bu soruların cevaplarını bulacağız icatların tarihçesine ve kıtasal teknoloji farklarının sebeplerine göz atacağız.

  Son söz olarak: '' Her tezin dayanak merkezi icatlar tarihidir.''

  

16 Mayıs 2014 Cuma

Soma Faciası ve unutulmaması gerekenler, mantıksal değerlendirmeler.

3 gündür neredeyse gülmeyi unuttuk. Belki millet olarak topluca üzülmenin ne demek olduğunu bir daha yaşadık. Bir yanda sabotaj diyenler, bir yanda başka rant peşindekiler, TV'lerde pişmiş kelle gibi sırıtan patronlar ile bu acı katmerlendi, öfkeyle yoğruldu, farkındalık karıştı içine.
Bu olaylar hakkında sağda solda o kadar mantıktan yoksun yorumlar ve iddialar gündeme getirildi ki yeri geldi nutkumuz tutuldu. Bende naçizane olarak bu mantık dışı savları ve olayların bize yansıtılan veya üzeri örtülmeye çalıştığı alenen belli olan taraflarını derlemek ve kendimce değerlendirmek istedim.

1) Ölü sayısı hakkında değerlendirmeler

Madende 757 kişi olduğu yetkili makamlarca defalarca söylendi, ölü sayısı 285, yine resmi rakamlardan gelen bilgilere göre yaralı kurtulan ve kaçmayı başaranlar ile içeride hala mahsur kalanları topladığınız zaman 285 işçi eksik çıkıyor. O zaman nerede bu işçiler? Hangi rakama dahil?
Bir diğer husus Soma'da ki aynı maden şirketinin 5.500 işçisi ve kazanın meydana geldiğiyle beraber 2 madeni var. Düz mantık 2 ye bölelim 2.750 kişi olsun, 2 vardiya çalışıldığından bahsediliyor ama hadi 3 vardiya kabul edelim eder 1250 kişi,  üstüne üstlük tam vardiya değişim saati olduğu söyleniyor yani içeride vardiyası başlayan işçilerin tamamı , biten işçilerin de bir kısmı var. Minimum 1250 kişi tek vardiyada olması gereken 2 vardiyanın da içeride olduğu bir saatte nasıl oluyor da 757 kişi var deniliyor? Yoksa devlet her zamanki gibi 2'ye 1 mantığını mı uyguluyor?

2) Bu olaya siyaset karıştırmayın diyenlere

Siyaset nedir arkadaşlar? Toplumu idare etmek, sorunları önlemek, çözüme kavuşturmak, dirlik esenlik içerisinde, sağlıklı refah içinde bir yaşam standardı oluşturmak , iç ve dış tehlikelere karşı toplumu koruyacak mekanizmalar oluşturmak için ortaya çıkmış bir olgudur. Siyasetin amacı bireydir, toplumdur.  Toplum için siyasetçiler vardır. Soma'da maden kazası oluyor, en az 400 kişi ölüyor, arkasında belki 1000 yetim bırakıyor, ama biz siyaseti karıştırmayacağız öyle mi?  Böyle bir olay yaşandıysa siyaset yerin dibine sokulmalı, sonuna kadar eleştirilmeli. Tüm idari organlara gerekenler söylenmeli, tüm yetkililer okkanın altına girmeli. Çünkü onlar bizim için varlar. Kusura bakmasınlar, siyaset yan gelip yatma yeri değildir. Toplumun düzeni bozuldu mu? Bozuldu. Bir sürü insan mağdur oldu mu? Oldu. İdare üzerine düşeni yapmış mı? Yapmamış. Demek ki siyaset düzgün işlemiş mi, amacına uygun hareket etmiş mi? Etmemiş.  İşte bu yüzden siyaset karıştırılır.
ANCAK... Bu olayı siyasi rant için kullananların da en ağır sözlerle eleştirilmesi gerekir. Bu olaydan CHP'ye, MHP'ye AKP'ye , HDP'ye vs. pay çıkartanlar, övme meselesi, oy fırsatı olarak görenler gerçekten aşağılık insanlardır. Türkiye'deki sorun zihniyet sorunudur, çünkü bu ülkede her zaman insan hayatı en ucuz şey olmuştur.

3) Siyaset karıştırdık tamam, hükümeti niye eleştiriyoruz, Erdoğan'ı niçin karıştırıyoruz diyenlere

TRT 'nin verdiği bilgidir, özel maden işletmelerinde devletin işlettiği madenlerden 2 kat daha fazla kaza meydana gelmektedir. Elbette devlet de bunu bilmektedir. Şimdi en başında soruyorum, bu ülkede bu özelleştirmeleri yapan kimdir? Hükümet. Yani 2 kat fazla kazanın olduğunu bile bile madenleri dahi özelleştiren kimdir? Hükümet. Maden sahibinin geçtiğimiz yıl maliyeti 6 katına indirdik diye medyada cazgır cazgır konuşmasına rağmen  mademlerimiz çok iyi durumda, son teknoloji, sığınakları da var, örnek gösterilecek yerlerdir diyenler kim? Hükümet.

En trajikomik olanı, CHP'nin 3 hafta önce getirdiği Soma'da ki madene yönelik incelenmesini isteyen önergeyi reddeden kim? Hükümet. Bu önergeye eften püften deyip insan hayatını hiçe sayan haysiyetsiz kim? Şamil Tayyar. Şamil Tayyar kim? AKP'li milletvekili. Hem de efektif bir milletvekili.

Gelelim Erdoğan'a. Mısırda'ki 1 genç kızın eylem meydanlarında öldürülmesini hiç de olağan bulmayıp göz yaşı döken kim? Erdoğan. 2014 yılında dünyanın en büyük 20 ekonomisinden birisi olmakla övünen Türkiye'de, bir maden patlamasında 400'den fazla kişinin ölmesine "olağan şeylerdir" diyen kim? Erdoğan.
1862 yılından, 1907 yılından batıdan örnekler verip bakın orada da oluyor diyen kim? Erdoğan.

Soma halkının haklı tepkisine, yuhlamalarına "ahlaksızlar, kendini bilmezler" diye alenen bağıran kim? Erdoğan. Kendisi yuhlayan ve hakkını arama cihetinden dahi yoksun bir vatandaşı sırf kendisini yuhladı diye yumruklayan kim? Erdoğan. "Sıkıysa yüzüme yuhla lan" diye baştan aşağı kibir kesilen kim? Erdoğan.
Vatandaşı 2 askerle yere yatırıp tekmeleyen sözde adama sahip çıkan kim? Erdoğan. En ufak üzüntü belirtisi göstermeden katılaşmış gözlerle, kalıplaşmış sözlerle TV'lerde boy gösteren kim? Erdoğan.

Ee? Ya kime tepki gösterecekti bu insanlar? Erdoğan şu anda eleştirildiğinin mislini hak etmiştir, kimse de kusura bakmasın.

4) Sabotaj iddialarına

Paralelciler, hatta ilgili önergeyi verdiği için CHP sabotaj iddialarına maruz kaldı.
Düşünün, ülkenizde sizin sorumlu olduğunuz çok büyük bir felaket yaşanmış, tavrınızı kimse beğenmemiş, hatta ana muhalefet partisinin 2 hafta önce bu konuyu önlemek için verdiği önergeyle iyice şamar oğlanına dönmüşsünüz. Ne yaparsınız? Yiğit Bulut'un, Yalçın Akdoğan'ın ve daha bilimum analitik düşünme özürlüsü insanla beraber yola çıktığınıza göre cevap basit. "Bunlar sabotajdır, bakın böyle bir ihtimal de var, biz masumuz" imajı yaratmaya çalışırsınız. Neymiş efendim CHP  verdiği soru önergesini hemen geri çekmiş. Yalan, neden mi? Hemen geri çekilmiş önerge hakkında Şamil Tayyar niçin konuştu?  Niçin eften püften buldu? Geri çekilen önergeden Tayyar'ın haberi bile olmazdı. Demek ki konuşuldu.
İddia edildiği gibi sosyal medyada 2 hafta önceden madenci resimleri vs. paylaşılmaya başlanmadı, aktif olarak kullanıcıyım, böyle bir duruma rastlamadım. Boşuna kendinizi inandırmayın, siz de rastlamadınız.
Neymiş madene izinsiz denetim yapacağım diye insanlar girip girip çıkıyormuş. Ya hu o madene nasıl herkes girsin ? Hadi girdi diyelim niye herkesi elektrik tesisatıyla muhatap etsinler? Giren çıkanın kim olduğu nasıl belli olmasın? Ayrıca madem sabotaj için trafo patladı, o zaman bu sabah maden müdürlerinin yaptığı yangının sebebi trafo değil açıklamasını nereye koyalım? Bu iddianın yalan olduğu apaçık ortadadır. Güneşi balçıkla sıvama girişiminden başka bir şey değildir. Aklı selim kimse de biraz düşündükten sonra bu sonuçlara kolaylıkla varacaktır.

5) Bazı üzücü detaylar

Abisi kesildiğimiz Arap ülkelerinden hiç birisi taziye mesajı dahi yayınlamazken politikacalarımızın umurunda olmayan ülkeler yas ilan ettiler. Azerbaycan yetkilisi gözyaşlarını tutamadı.
Şili'deki maden faciasında ; biz de olsaydı 3 günde tüm madencileri canlı bir şekilde çıkartırdık diyen bakanlar, bizde olan bu felakette cenazeleri bile 3 günde çıkartamadılar.

Madenlerde sığınma odaları yoktu. Kazadan önce örnek gösterilen madende sığınma odası olsaydı, o insanlar kurtulurdu. Nereden mi bu sonuca varıyorum? Şili'de ki maden kazası sırasında madenciler tam 69 gün içeride mahsur kaldı, ancak sığınma odaları olduğu için 69 gün  dayandılar, sağ salim çıktılar. Bizim ülkemizde ise ilk günün akşamında umutlar tükeniyor açıklamaları yapıldı. Eğer sığınma odaları olsaydı, umutlar tükenir miydi? Sığınma odalarının o maden için toplam maliyeti 5 milyon dolar, maden şirketinin İstanbul'da sattığı 3 dairenin fiyatı kadar yani. İşte insan hayatı bu kadar ucuz.
Maden sahibinin iktidar partisine yakınlığı, işçileri zorla mitinge götürmesi gibi detaylara girmeyeceğim zira kazayla direkt ilgisi yok. Ancak bu olaydan sonra hala tutuklanmamış olması çok üzücü bir detay.
Bir başka üzücü detay ise, soruşturma için atanan savcının AKP meclis üyesi olduğu iddiaları. Adalet mensupları böyle bir üyelikte bulunamaz. Ancak bu iddialar bakana sorulduğunda yalanlayamadı. Demek ki durum vahim, daha da vahim.
Hep birlikte işçi kardeşlerimize ağlıyoruz, dua ediyoruz. Her olayda olduğu gibi 2 hafta sonra unutulmamasını diliyorum. Elimizi bu sefer taşın altına koyalım. Belki bir sms ile yardım dahi olsa yapalım. En önemli noktalardan bir tanesi belki de, insana öldükten sonra değil, yaşamında kıymet verilmemesi, işçinin hor görülmesi, aşağılık bir davranıştır, hepsi ağabeyimizdir, kardeşimizdir, bizdir.

21 Nisan 2014 Pazartesi

Dar Bölge Seçim Sistemi vs. Mevcut sistem. Neden Dar Bölge Sistemi İsteniyor?

Bir kaç gündür yine haber bültenlerinde detaya girmekten kati surette kaçınmak  şartıyla 'Dar Bölge Seçim Sistemi' geliyor diye anonslar yapılmakta. Elbette ki dünyanın bir çok gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkesinde görebileceğiniz gibi bir iki cılız ses hariç bu yeni getirilecek olan sistemin ne kadar demokratik olduğu , barajı bile kaldırdığı, bu sisteme muhalafet etmenin demokrasiyle son derece bağdaştığını ve karşı çıkmanın demokratik olmadığını medyadan işitmekteyiz.
Gayet kolay tahmin edilebileceği üzere ana akım medya bir şeyi övüyorsa ya tam tersidir, ya da ele alınmayan yönleri , pozitif kısmını götürürcesine olumsuzluk içermektedir.

Hükumetin üzerinde çalıştığı dar bölge seçim sistemi ile bugün hali hazırda uygulanan sistemi karşılaştırıp kısa bir analizini sunmak istedim bu yüzden. Hesaplama bilgilerim aşırı  akademik olmasa da kaynak olarak herhangi bir yerde barajlı D-Hondt sistemini bulup ayrıntılarına bakabilirsiniz.

Konuya döndüğümüzde, rakamsal olarak anlatmak çok daha yararlı olacaktır.Dar bölge seçim sisteminde belirli sayıda seçmene bir milletvekili düşüyor, mevcut sistemde ise hesaplama çok daha farklı ve oransal.

Bugün ki sistemi şöyle açıklayalım, bir bölge 5 milletvekili çıkartacak ve 200.000 seçmeni var,

A: 100 Bin
B: 70 Bin
C: 30 Bin oy almış olsun. Bu bölgede 5 milletvekili çıkacağından  alınan oylarıbüyükten küçüğe olmak suretiyle 5'e sırayla bölüyoruz:

A: 25- B: 14 C 6  , tekrar A :5 B 2 C:1 kalanları göz ardı ettiğimizde durum bu. 5 milletvekili çıkacağından bu bölme işleminde ki en büyük 5 rakamın sahibi partiler 1'er tane milletvekili çıkartıyor, yani,
 A: 2 , B:2  C:1şeklinde.

Dar bölge sisteminde ise, 200.000 kişi 5 milletvekili çıkartacakken , bu rakam ayrılıyor ve 40 Bin kişi 1 adet milletvekili çıkartıyor.
Aynı oy üzerinden gidersek, 200 .000 bin oy 5 bölgeye 40'ar bin adet olarak dağıldı, bu durumda bu 40 bin kişiden en çok oyu alan parti milletvekili çıkartacak. Yani şöyle örneklersek:

A: 20 Bin
B:15 Bin
C: 5 Bin

Bu durumda sadece A partisi milletvekili çıkartabilecek.  5 bölgede toplam sayı bu şekilde D-Hondt sistemine göre hesaplandığında,  A : 2, B 2, C:1 milletvekili çıkartıyordu, durum böyle olursa  sadece A partisi 5 milletvekili çıkartacak ve diğer partiler milletvekili çıkartamayacak.

Açıkça görüldüğü üzere, bir bölgede güçlü olan siyasi parti bütün milletvekillerini toparlayabilecek, örneğin eski sistemde Çorum 3 milletvekilini D-Hondt sistemine göre 1 er tane A-B-C olmak üzere çıkartıyorsa, bu sistemden dolayı 3 tane A milletvekili çıkacak.

Bu durumda da iktidar partisi %40 gibi bir oy ile tüm milletvekillerine sahip olabilmekte rakamsal olarak.
Her ne kadar bazı bölgelerde muhalafet partileri de güçlü olmuş olsa, iktidar partisinin çok daha fazla milletvekili çıkartacağı ve bunun çoğulcu demokrasi anlayışına darbe vuracağı aşikardır.

Bu sistemle basit bir akıl yürütmeyle iktidar partisinin oylarının bugün ki sistemle %60ları geçmiş gibi etki yaratacağı açıktır.

Ama baraj kalkıyor gibi keriz kandırmaya yönelik saçma sapan bahanelerle önümüze sunulan bu sistem, hem bugün için , hem yarın için inanılmaz sakıncalar barındırmaktadır.

Bu sistemin savunulacak hiç bir tarafı yoktur, olması gereken barajın aşağı çekilmesi olarak gözükmektedir ilk etapta. Sonrası çok daha karmaşık ve zorlu bir süreç . Ancak hakkaniyet ve demokrasi gözetilmeyip bu sistem dayatıldığından, objektif kriterlere ulaşmaya çabalamak çok uzak görünmektedir.






14 Mart 2014 Cuma

Birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu günler

İstanbul'un bundan 10-15 yıl öncesine kadar belki en varoş yerlerinden birisi olan, ama şehrin batıya,ve kuzeye doğru inanılmaz gelişmesiyle beraber merkezi kalmaya başlamış bir semtinde yaşıyorum.

Evimden 4-5 km ötede Kürt mahallesi var. 2-3 km ötemde alevi nüfusu yoğun, 7-8 km ötemde Ermeniler yaşıyor,yine aynı yerlerde Musevilere de rastlamak mümkün.

Ben sünni -Türklerin yaşadığı sokakta doğdum, hala oradayım. Dolayısıyla bende bu gruptanım.  Ne kadar kolay gruplaştık değil mi?  Ya 4-5 km ötede doğsaydım? Veya 7-8 km ötede? Ben mi seçtim? Ben mi çabaladım, hayır. Peki sırf sadece orada doğduğum için sahip olduğum nitelikleri neden diğerlerine ölüm dercesine savunayım?

Bugün dünya böyle, her yerde farklı etnik gruplar var ve hepsi kendi grubunu yukarılara taşımaya çalışıyor, bunu yaparken de diğerleri diye ifade ettiklerinin üzerine basmaktan çekinmiyor. Sonra bu katilli köşe kapmaca oyununda savaşlar, karışıklıklar, bencilliklerden doğuyor hep.

Çarşamba günü Alevi bir çocuğun cenazesi vardı, adaletsiz bir biçimde katledilmişti, o cenazeye katılanlar terörist ilan edildi, Alevi ilan edildi sanki Alevilik illegal bir şeymiş gibi. Gitmeyenler, gidenleri ötekileştirdi, hakaret etti, bölücükle suçladı.

Perşembe günü bu cenazede çıkartılan (çıkan demiyorum, 1 milyon insan sadece yürüyüş yaparken 90-100 tane görevi ortalığı yakmak olan değersiz canlı sürüsü olay çıkartıyor) olaylar sırasında bir kişi daha vefat etti, 21 yaşında bir sünni.

Ve bir ağlanılası durum daha ortaya çıktı, iki cenazeyi karşılaştırmaya başladılar, birisini terörist birisini şehit ilan eden mi ararsınız, birisini kahraman birisini şerefsiz ilan edeni mi... Halbuki ikisi de masumdu, katledilmişlerdi, birisi vicdansız bir polis tarafından devlet eliyle, birisi şerefsiz bir örgüt üyesi tarafından. İki olayda da adaletsizlik, haksızlık vardı ama insanların çoğu sadece bir tanesinde ki haksızlığı görmek istediler.

Acı olan tarafta buydu. İşte seçim , irade dediğimiz şey burada devreye girmeli aslında.
Çünkü, Türk,Kürt, Ermeni, Alevi ya da Musevi doğmak sizin seçiminiz değildir. Ama bir haksızlığa tepki gösterip göstermemek sizin seçiminizdir. İyinin , adaletin yanında olmak sizin seçiminizdir. Zulme karşı durmak sizin seçiminizdir, nereden gelirse gelsin. Eğer zulüm yapan sizin tuttuğunuz tarafken susup, sevmediğiniz taraf olunca eyleme geçiyorsanız zalimsiniz demektir.

Berkin Elvan'ın cenazesinde çok az sağ grup vardı, Burak Kahraman'ın cenazesindeyse çok az sol grup.

İnsanlar, ırklara göre, taraf oldukları yere göre, sevdikleri ideolojiye göre ayırım yapıp bu ayırıma göre destekçi veya muhalif oldukları sürece, hiç bir şey düzelmeyecek.

Alevi de bizim evladımızdır, sünni de. Evet klişe, ancak bu klişeyi bilen ne kadar çok kişi varsa, uygulayanda bir o kadar az.

Filistin de yaşanılanlar da zulümdür, Suriyede de, Türkiyede de. Nazilerin yaptığı da zulümdür, ABD'nin yaptığıda, Esad'ın yaptığı da.

Berkinin cenazesine gelen TKPliler, Burak'ın'da cenazesine gitmedikçe,
Burak'ı sahiplenenler , Berkini de sahiplenmedikçe,
Kılıçdaroğluna SGK'yı batırdı diyenler, Akp yolsuzluklarını görmedikçe,
Rabia'ya üzülenler, Gezi Parkı olaylarında ölenlere üzülmedikçe
Hiç bir şey düzelmeyecek.

Çünkü desteklenmesi gereken, AKP-CHP veya Gülen cemaati -İsmailağa cemaati falan değil.
Desteklenmesi gereken, olgulardır. Karşı çıkılması gereken de olgulardır.
Adalet desteklenmelidir, kimin için olduğuna bakmadan, zulme karşı durulmalıdır, kimin zulmettiğine bakmadan.

Bir iki paragraf daha ilave etmek istiyorum, Aleviler ölüyor,sonrasında ölen merhum ülkücü gösterilmeye çalışılıyor, ülkenin iktidar partisinin destekçi sayfaları ülkücülere siz de bizdensiniz, diğerlerini bırakın diyor.

Türkiye'de ortalama 5 milyon alevi var, Yine bir o kadar ülkücü var. Türkiye'de 10 milyon aşırı özgürlükçü, bir o kadar aşırı yobaz var. Ve çok kolay provoke oluyoruz, kendimizi ait hissettiğimize o kadar bağlıyız ki , amaçsızca, diğerlerini kılıçtan geçirebilirmişiz gibi, ancak diğerler diye bir şey yok. Halk var. Hukuk , olmalı.
Kutuplaşmaya fevkalade müsait, meyilli, bu derece ayrışmış ve ayrıştırılmış bir ülkede, divide and rule,conquer anlayışı çok kolay uygulanabilir ve uygulanmak isteniyor, böl , parçala, yönet. Dikkat edilmesi gereken budur.

AKP-CHP vs. için değil, adalet için eylem, haksızlıklara karşı durmak için hareket etmek, kime yapılırsa yapılsın zulme karşı çıkmak , kötünün karşısında durmak, sevmediğinin değil,  haksızlığa uğrayanı kim olursa olsun sahiplenmek, yapılması gerekendir. Ya bu yapılır, ya da böl-parçala-yönet.

Ve yine tekrarlamak istiyorum son olarak ;

Adalet desteklenmelidir, kimin için olduğuna bakmadan, zulme karşı durulmalıdır, kimin zulmettiğine bakmadan.








12 Mart 2014 Çarşamba

Toplumun Vermesi Gereken Tepki ?

  Yıllardır içimde tuttuğum o birikmişliği,bir şeyler yapmam için beni dürten o doluluğu Gezi Parkı eylemleri sırasında boşaltamamanın ve insani tavrımı o haziran ayında ortaya koyamamanın verdiği duygusal çöküntüyü hissetmemden çok bir zaman geçmemişti ki..

   Aylardır hastanede acil bakım ünitesine bağlı olarak yaşam mücadelesi veren ve sonunda anasının feryatları arasında 'direniş'ini tamamlayamayan Berkin Elvan'ın haberi geldi aniden.Belki de birikmişlikti ya da bir duyarlılık ama yıllardır susturmaya çalıştığım vicdanım artık durdurulamayacak ölçütte beni rahatsız etmişti.

  Sokağa mı çıkmalıydım ? Yoksa internetten buna sebep olan herkesin gelmişine geçmişine bir sövüp oturmalı mıydım ? Yapmam gereken neydi gerçekten ?

   Berkin'in vefatını takip eden saatlerde okulumda bir eylem gerçekleşti.Rektörlük binasının önünde bir saate yakın bir eylem yapıldı ve üniversitemizde yeni yapılan dersliğin adının Berkin Elvan olarak değiştirilmesi kararı öğrenci gruplarınca açıklandı.Sonra birkaç slogan atıp kendimizi yırtıp evlerimize dağıldık.En azından içimizdeki 'bir şeyler yapmalıyım' hissi ve dolaylı olarak da vicdanlarımız yatışmıştı.Öcümüz alınmıştı.

  Yürüyüşten sonra evime döndüğümde ise haber kanalları ayıların çiftleşmesinden tutun da sincapların beyinlerinin vücutlarına oranla ne kadar gelişmiş olduğu tarzında fantastik haberler yayınlıyor,ülke gündemini baştan yazıyorlardı.İçimdeki öfkeyi bir şekilde atmalıydım,slogan atıp bağırmak yetmemişti. Twitter'dan bir kaç küfür edip rahatlamayı denedim.O da fayda etmedi.Vicdanım bana doğru yolu göstermeye çalışıyor,ben ise deneme yanılma yoluyla asıl yapılması gereken şeyi arayıp duruyordum..

  Derken akşam Beşiktaş ve Taksim'de eylem çağrısı yapıldığını gördüm sosyal medya aracılığıyla.Vicdanım şimdi de ona katılmam için beni dürtüklüyor bir türlü huzur vermiyordu.Bu eyleme ya katılacaktım ya da katılacaktım,yoksa bana huzur yoktu.

  Bu fikrimi annem ve ablamla paylaştığımda babama söylemekle tehdit edildim ve bana bunu yapmanın aslında hiç bir şeye yaramayacağını söylediler.''Bilmiyorum gidip görmek lazım.'' diye klişe bir cevap verdim.''Sizin vicdanınız rahat mı?'' diye sorduğumda ise dün bana vicdan nutukları atan ebeveynlerim karşımda kekelemeye başlamışlardı.Onlar da haklılardı ama bu eyleme gidilecekti.

   Evden bir bahaneyle kendimi sokağa atabildim ve ilk işim Beşiktaş otobüsüne binmek oldu.Nihayet Beşiktaştaydım ve 1000 kişilik bir kitlenin arasına atıverdim kendimi .Kendi görüşümden insanların arasında olmanın verdiği coşkuyla bağıra çağıra haykırdım içimdekileri,ta ki sesim kısılana kadar..

  Beşiktaş'tan Taksime kadar bağıra çağıra çıkmış ve sonunda polis barikatıyla yüz yüze gelmiştik.Bir kesimce kadrolaştırılmış ve toplumun nefretini kazanmış bu insanlara bakarken içim burkulmadı desem yalan olur.Amirleri kes dese keseceklerdi,başka çağreleri yoktu çünkü.Bir kaç bin liralık maaşları ve o çok eleştirdikleri asker-i zihniyete mensup yüzlerce polis o akşam oradaydı.Bir askerden tek farkları üniformaydı.İnsan eleştirdiği şeyin ta kendisi olabiliyor bazen.Bazen de insan insanlıktan çıkabiliyor..

  Meydana doğru teker teker girdik ve meydandaki yaklaşık 300 polis ve 7-8 tomayla göz göze geldik.Kafalarına göre hat çiziyorlar ve insanları ''hoşt ulan höşt ulan'' nidalarıyla itekleyerek istedikleri sınırlara çekmeye çalışıyorlardı.İtiraz edenlerin kıçına kalkanla bir şamar sallayıp devam etmelerini sağlıyorlardı.

  Halk oradaki tüm polislere tepkisini ''katil'' ve ''hırsız'' gibi laflarla dile getiriyor ve gerilim artıyordu.Tabi ki polislerin davranışlarının hiç birisi eyvallah edilecek cinsten değildi ama bu sloganların tek getirisi ''karşılıklı nefret'' oluyordu.Çünkü iki tarafta bu ülkenin evlatlarıydı.Bir tarafın acısı vardı ve karşı tarafa öfkeliydiler.Polisler ise halka tepkiliydi sanırım.Açıkçası nedenini bilmesem de öyleydi.Halkın gözünde nasıl ki polis teşkilatının şan ve şerefi beş paralık olmuş ise polislerin gözünde de oradaki halk beş para etmezdi.

  Bu ''Kutuplaşmış'' bir toplum görüntüsü çiziyordu çünkü poliste o üniformayı çıkarttığında toplumun bir parçası oluyordu.Onlar sadece polis değildi.Ayrıca o akşam orada saatlerce eylem yaptıktan sonra vicdanım hala rahatlamamıştı.Bu vicdanım ne istiyordu Allah aşkına ? Onu bilemiyorum ama yeterli değildi,onu biliyorum..

  Bu tablo bana hiç yabancı değildi.Zira oynadığım oyunların ana teması da bu şekildeydi.Tek fark kırılan elimizdeki oyuncaklar olurdu,kalpler veya vücutlar değil.

  Küçüklüğümüzde lego oynardık biz.Legoları ortaya dökerdik,tüm legolar hep birlikte dururdu ve sonra aramızda paylaşıp savaştırırdık.Dünyayı yöneten abilerimiz de çok farklı bir şey yapmaz.Hepsi çocuk beyinlidir!Yek vücut duran toplum ayrıştırılır.Kin ve nefretle doldurulduktan sonra ise savaştırılır.

  En açık örneği ise Iraktır zannımca..

  Irak'ta iç savaştan sonra ABD askerlerinin ülkeye huzur ve demokrasi getirme olasılığıyla onlara kucak açan bir kesim Iraklı şuan aramızda değil.Ama onların bu aptallığını işkence evlerinde yıllardır işkence gören vatan severler ödüyor.Kadınları ise Amerikan askerlerinin kurduğu kamplarda her gün tecavüzle ödüllendiriliyor..

  Şimdi iki kesimde kendine ve vicdanlarına şöyle bir bakıp sormalı:

  ''Biz ne yapıyoruz amına koyim ? ''

5 Mart 2014 Çarşamba

Toplumsal Gelişmişlik Farklılıkları 3

  Jared Diamond'un öne sürdüğü tarım tezinde önemli bir hususa değinmiştik.Medeniyetin filizlerinin coğrafya ve iklim olmadan atılamayacağını yani tarımın tek başına medeniyeti doğuramayacağını dile getirmiştik.Tarımın en önce keşfedildiği beş coğrafyayı ve bu beş coğrafyadan sadece Yeni Gine'nin Dünya üzerinde iz bırakacak bir medeniyet kuramadığını da ayrıca eklemiştik.Hindistan,Çin,Avrupa ve Mısır bu kadar öncü birer uygarlık oluştururken Yeni Gine'nin farkı neydi de şuan dahi avcı-toplayıcı kabileler orada yaşamlarını sürdürmeye devam ediyor?Tanrı Yeni Gine'ye coğrafya ve iklim olarak pek cömert
davranmamış ne yazık ki..

  Tarımın ortaya çıkışında;yaban hayvanların tükenmesi ve avcılığın daha az ödüllendirici olması,yaban bitkilerin artması sonucu bu bitkilerin daha çok bulunur hale gelmesi,bu bitkilerin evcilleştirilmesi yönündeki atılımların daha kazançlı olması,tarımın dayanağı olacak olan teknolojik gelişmelerin birikmesi ve son olarak önceki yazımda bahsettiğim gibi nüfus artışı ile tarımın birbiriyle olan ikili ilişkisi önemli rol oynamıştır.Bu süreç tüm kıtalarda olduğu gibi Yeni Gine'de de vuku bulmuş ancak yüzyıllar boyu yerinde saymaya devam etmiş,gelişme kat edememiştir.Peki niye?

   Tarımın medeniyete dönüşmesindeki en önemli aşama tarım yapmak için yerleşik hayata geçilmesidir.Ancak tarımın yerleşik hayata geçmeye olanak tanıyacak şekilde vuku bulmasının da bazı koşulları vardır..

   Yeni Gine'deki tarımsal sistem yarı göçebe tarıma dayalıydı.Halk aynen avcı-toplayıcı kültürde olduğu gibi kısa süreliğine bir bölgeye yerleşiyor,orada tarım arazisi açıp tarım yapıyor ve başka verimli bir arazi bulmak için göç ediyor.Bunun sebebi o bölgede verimli sebze,meyve yada herhangi bir bitkinin yetişmemesidir.Yeni Gine'nin tarım ürünleri muz,şeker kamışı,taro kökü ve yabani sagudur.Bu saydığım bitkilerin hepsinin ömrü çok kısadır ve olgunlaştıktan kısa bir süre sonra tüketilmelidirler.Hiçbirisi kalori açısından yeterli bitkiler değildir ayrıca protein oranları da çok düşük olduğundan Yeni Gineli insanlar öğünlerine protein takviyesi olarak devasa örümcekleri tüketirler.Şimdi bu etkenlere baktığınızda ''Ne olacak yani?Bu ürünler uzun süreli olarak depolonamıyorsa ya da besin değeri olarak yeterli değilse bunun medeniyetle ilgisi ne?'' diyebilirsiniz.Ancak her büyük olayın arkasında küçük onlarca olay vardır onu tetikleyen.Mesela Fransa'ya karşı Yedinci Yıl Savaşları'nı başlatan 2.George imparatorluk bütçesinin inanılmaz zarara uğraması nedeniyle Amerika'daki kolonilere inanılmaz bir vergi yükü getirmiş ve bu 3.George döneminde ABD'nin bağımsızlığıyla sonuçlanan uluslararası bir savaşa sebep olmuştur.Şuan ABD'nin var oluşu belki de o gece 2.George ile hanımının aralarındaki kavgaya dayanıyordur,ani bir sinirle Fransızlara savaş ilan etmiştir bilemeyiz.Tarih böyle ufak detaylarda gizlidir.Her neyse konumuza dönelim.

   Hepimiz eski tarihi filmlerden klasik bir repliği hatırlıyoruzdur:''Efendim buğday stoklarımızla bu kışı atlatabilir miyiz bilmiyorum..''.Neden bu filmlerde muz stoklarımız ya da taro kökü stoklarımız denmez de hep buğday stoklarımız denir?Çünkü buğday aylarca saklanabilecek dayanıklılığa sahiptir ve besin değeri de çok yüksektir.Buğday tarımına geçen halklar ani bir şekilde medeniyetin özündeki nimetlere kavuşmaya başlamışlardır,ne tesadüf.Bugün ABD toplumu günlük tükettiği kalorinin 1/5'ini buğdaydan alır.Buğday tarımı yapılamayan,uzun süreli depolanma özelliği taşımayan ve bundan dolayı büyük nüfusu besleme potansiyeli de olmayan bitkiler yetiştirilen bu Yeni Gine topraklarında gelişmişlik seviyesi hep sabit kalmıştır.Kendi kabilelerinin karnını doyurmakla geçirilen koca bir ömür..

Yeni Gine'nin bu iklimsel fakirliğinden kaynaklanan olumsuzluğa bir de coğrafi olumsuzluklar eklenmiştir.Diğer kıtalarla çok uzun bir süre iletişimi dahi olmayan Yeni Gine toplumu bu kıtalardaki teknolojik gelişmeleri takip edememiştir.Halen taş çekiçleri kullanmaktadırlar.Bir toplumun gelişmesindeki önemli bir faktördür diğer toplumlarla etkileşim ve rekabet ortamı.Bu,olumsuz coğrafik etkenler dolayısıyla Yeni Gine'de vuku bulamamıştır.Ancak coğrafyanın olumsuz etkisi bununla da sınırlı kalmayacaktır..

Tarımın gelişmesindeki bir diğer önemli husus nedir diye sorduğumuzda akla gelecek ilk faaliyet hayvancılıktır.Tarım ve hayvancılık birbirini destekler,karşılıklı olarak iki faaliyet bir diğerinin verimini arttırır.Tarımın keşfini izleyen dönemlerde insanlar hayvanları evcilleştirmeyi de öğrenmişlerdir.Artık teker teker avlanmayı bırakıp evcilleştirerek faydalanma yolunu keşfetmişlerdir.Hayvancılık çok önemlidir zira bir hayvanın etinden,sütünden,tüyünden,derisinden ve hatta dışkısından faydalabilirlerdi.Hem garanti bir yiyecek kaynağı olabilir,hem tüyünden kalın giysiler yapılabilir hem de dışkısıyla tarım arazilerine gübre harç edebilirlerdi.Ayrıca bu evcilleştirdikleri hayvanlar tarım arazilerinin artıklarından beslenir,yani beslenmelerinde ek bir şeye ihtiyaç duymazlardı.İşte tarım ve hayvancılığın karşılıklı etkileşimi de burada başlıyor.Tarımdan arta kalanlarla besle,gübresinden ve gücünden faydalan.Bildiğimiz gibi eskiden traktör yoktu ve tüm ağır işler büyükbaş hayvanlar tarafından sırtlanılırdı,saban bunun en büyük örneğidir ve tarımda verimi arttırır.Yani hayvansal güce sahip olan toplumlar her zaman öndeydi diyebiliriz.Peki bu evcilleştirilebilen ve insan hayatına doğrudan müdahil olan bu hayvanları listememiz gerekirse liste nasıl olur? Bakalım : 

-Keçi
-Koyun
-Domuz
-At
-İnek
-Eşek
-Çift Hörgüçlü Deve
-Arap Devesi
-Su Sığrı
-Lama
-Ren Geyiği
-Yaban Sığrı
-Bali Sığrı

Dünya üzerinde 148 büyük otobur vardır zira sadece yukarıda gördükleriniz evcilleştirilebilmiştir.Zaten etoburları saymıyorum çünkü etobur bir hayvanı beslemek için de başka bir hayvan gereklidir,tarımla bütünleşmeden söz edilemez yani..Peki..Bu hayvanların tarıma katkısını irdelemek ve sebep-sonuç yapmak için hangi kıtalarda yayılım gösterdiklerine bir bakmak gerekir.Bu hayvanlar lama harici tamamıyla Asya-Avrupa kökenlidirler.Lama Amerika Kıtası'na has bir hayvandır ve ataları orada bulunmaktadır.

Peki ya Yeni Gine?

Yeni Gine'de bu hayvanlardan sadece domuz bulunmaktadır ve o da çok önceki zamanlarda bu kıtaya Asya'dan getirilmiştir,yani o kıtanın yerlisi bile değildir.Ayrıca domuzdan faydalanmak da oldukça güçtür.Çünkü domuz güçsüz bir hayvandır ve ne araba ne de saban çekemez.Ayrıca süt,deri,yün ve post olarak da faydalanamazsınız.Yani tarımın gelişmesinde önemli rol oynayan hayvancılık mekanizması Tanrı'nın bir laneti gibi Yeni Gine'de diğer tüm koşullar gibi olumsuz biçimde vuku bulmuştur.Bu da Yeni Gine'deki medeniyetin filizlenmemesine etki eden bir diğer etmen olarak kayıtlara geçecektir..

Bir sonraki yazımda neredeyse ortak koşullara sahip Asya ve Avrupa Kıtalarının neden farklı biçimde ve düzeyde geliştiklerine el atacağız.

Son söz olarak: ''Küçük detaylar büyük mekanizmaları tetikler.'' diyelim..

16 Şubat 2014 Pazar

Toplumsal Gelişmişlik Farklılıkları 2

   Jared Diamond'dan bahsetmiştik ve onun toplumsal farklılıklara bakışını kabaca tarım,coğrafya ve iklim üçlüsüyle tarif etmiştik.Diamond'a göre bir toplumun diğerinin önüne geçmesinde ve daha büyük bir medeniyet oluşturmasında etkili olan üç etken bunlardı.Geçmişte ve günümüzde de olduğu gibi toplumsal üstünlüğü beyaz ırkın üstün oluşuna bağlayan ırkçı kesime net bir cevap vermiş bulunuyor araştırmacımız ortaya attığı bu tezle.Dünyada iki tür toplumun olduğunu söylüyor ve bunları kısaca 'çiftçinin gücüne sahip olanlar ve sahip olmayanlar' olarak ayırıyor.
 
   Bu tezi açıklayabilmek için toplumlar arası terazinin henüz bir tarafa ağır basmadığı tarihlere gitmek gerekir.Mesela buzul çağının etkilerinin son bulduğu M.Ö 8500 yılına..

   Buzul Çağının son bulduğu bu dönemlerde insanlar hala avcı-toplayıcı konumdaydılar ve birbirlerinden üstün hiç bir yönleri yoktu.Ortada medeniyet denecek bir şeyden de söz edilemezdi.Zira insanlar küçük gruplar halinde yaşıyor,avlayabilecekleri veya toplayabilecekleri bir şey olmadığı müddetçe daha verimli bir arazi bulmak için göç ediyorlardı.Yeni Gine'de hala varlıklarını devam ettiren kabilelerde de durum aynıydı, Ortadoğu'da yaşayanlarda da..Buzul Çağının sonlandığı bu dönemlerde insanlar avlayacak hayvan ve toplayacak bitki bulmakta güçlük çektiler.Daha yeni bir şey bulmalıydılar ki zaten sayıca az olan kabilelerinin devamını sağlayabilsinler..

   Evet o 'yeni şey' tarımdı.Tarım ilk olarak M.Ö 8500 yılında Ortadoğu'da buğdayın evcilleştirilmesiyle keşfedildi.Keşfedildi diyorum çünkü bu bir seçim değildir.İnsanlar binlerce yıllık bilgi birikimiyle ancak bu tarihte tarımı keşfedebilmişti,tarım insanlık tarihindeki en önemli icattır..Neden böyle söylediğimi açıklayayım.

   Bir medeniyet düşünün.Bu medeniyetin zeminini inşa edecek olan insanları.Kimdir bunlar?       Araştırmacılar,düşünürler,bilimadamları,zanaatkarlar,yazarlar,çizerler,siyasetçiler..Hatta genel olarak bir halktan bile bahsedebiliriz.Şimdi..Eskiden avcı-toplayıcı olan bu kitle tarımı buldu da ne oldu diyen olabilir, doğaldır.Önceden göçebe olan;avlanarak,toplayarak az olan bu nüfusunu dahi zar zor doyurabilen ve yiyecek kaynağının kısıtlı olmasından ötürü ek iş gücüne ihtiyaç duymayan bu topluluğun nüfusu tarımın bulunmasıyla sayıca artmaya başlar çünkü tarımı bulan bu kitlenin tarımda çalıştırması gereken daha çok iş gücüne ihtiyacı vardır.Bu artan nüfus daha çok üretimi teşvik eder ve üretim tekrardan nüfusun artışını destekler..Tarım mı nüfusu arttırır,yoksa nüfus mu tarımı arttırır orası muammadır , 'yumurta mı tavuktan yoksa tavuk mu yumurtadan' sorusunu aratmayacak bir ikilemdir.Bu döngü böyle devam ededursun tarımı bulan bu küçük kitle bu yiyecek üretimi sayesinde medeniyetinin temellerini atacak olan yukarıda saydığımız okumuş kesimi beslemeye başlar.Medeniyetin doğuşu her toplumda bu şekilde,tarımın bulunmasıyla başlamıştır.Bu kitle zamanla adına 'toplum' diyebileceğimiz sistematik bir düzene kavuşur ve bunun tek sebebi tarımdır.Peki nasıl ?

   Tarıma geçtiniz..Tarımı göçebe olarak yapamayacağınıza göre,yerleşik hayat da tarımın direkt sonucu olmalı.Yerleşik hayata geçmenin de getireceği bir çok sonuç vardır.Yukarıda tarımın binlerce yıllık bir bilgi birikimi sonucu anca keşfedilebildiğini söylemiştim.Evet doğruydu bu.Zira göçebe olan bir topluluk yapısal olarak bilgi birikimini reddeder.Kendi alanında uzmanlaşma diye bir şey söz konusu değildir.Göçebe bir toplum,medeniyetin en büyük göstergesi sayılabilecek inşaat sektöründe gelişemez mesela.Kısıtlı bir zaman için,sadece avlanmak için o bölgeye gelir ve sonra başka bir yere göçer.Kurduğu barınakları veya atölyeleri sırtında taşıyacak hali yok değil mi? Oysa orada tarıma geçen ve yerleşik hayat düzenini benimseyen bir halk düşünün.Herkesin üzerine düşen bir vazife vardır ve herkes kendi işini yapar.Bu da o kişilerin o işte uzmanlaşması ve o işi daha kısa sürede yapması demektir.Yani 'verimlilik'.

   Verimli bir şekilde çalışan ve karnını doyurma sıkıntısı çekmeyen bu halkın bireyleri düşünmeye ve araştırmaya daha çok zaman ayırabilir.Ayrıca bu bireyler hayatı boyunca yapacakları bu iş hakkında fazlasıyla bilgi birikimine sahip olabilirler ve bunu da usta-çırak ilişkisiyle diğer nesle aktarabilirler.Bunlar yerleşik hayata geçen bir toplum için 'bilgi birikimi' ve 'verimlilik' açısından çok önemli sonuçlardır.

   Tarım ilk olarak Ortadoğu'da M.Ö 8500'de bulundu demiştim.Bazı toplumların tarıma geçişi çok sonradan gerçekleşti.Bazıları için ise bu süre daha azdı.Tarıma Ortadoğu'dan hemen sonra geçen medeniyetlere ve geçiş tarihlerine bakacak olursak:

Çin M.Ö 7500
Hindistan M.Ö 7000
Yeni Gine M.Ö 7000
Mısır M.Ö 6000
Batı Avrupa M.Ö 6000

   Bu isimler size eski tarihin en büyük medeniyetlerinin ismini hatırlatacaktır.Zira medeniyetin en büyük etkeninin tarım olduğunu söylemiştik.Ne tesadüf ki tarımı daha önceden keşfeden bu toplumlar aynı zamanda en büyük medeniyetleri kuran toplumlar oldular.Yeni Gine hariç tabi ki.Yeni Gine bir çok yönden bu toplumlara nazaran dezavantajlıydı ve bu onlara pahalıya patladı,medeniyetlerini kuramadılar ve hala ilkel bir toplum konumundalar..

   Bir sonraki yazımda Jared Diamond'un tezinden devam edeceğim ve
Yeni Gine'ye de bir el atacağız,tarımın neden medeniyeti doğurmadığını irdeleyeceğiz.

    Son söz  olarak,tarımın en büyük mahsulü medeniyettir..Coğrafya ve iklim de bu mahsulün geleceğidir.Üçü bir araya gelmediği müddetçe bu mahsul filizlenemez.

 




 

 

 
 

13 Şubat 2014 Perşembe

Orta sınıf kompleksi- Bende Yok ki !

Özel bir şirkette alım sorumlusuyum, evliyim, eşim de bir devlet okulunda rehberlik öğretmeni. Çok uyumlu bir çiftiz, tencere kapak derler ya o misal. Hafta da en az 3 akşam dışarıda yemek yeriz, 3 akşam da dışarıdan eve söyleriz, kalanı da eşimin ya da benim ailelerimizden bir tanesinde yiyerek aile ziyaretimizi de gerçekleştiriveririz.

Kiracıyız, evimize giren toplam para 4 bin Tl,  hayat pahalı, yetmiyor, yetiştiremiyoruz.  Her ay 500 lira yakıt, 500 lira fatura,1.500 araç kredisi, 1.000 lira ev kirası ödeyince, dışarıda yemekler de eklendiği zaman kredi kartına epeyce bir yığılma oluyor. Aslında   Krediyi 2 Bin Tl ödeyecek şekilde ayarlayıp Mercedes almak istiyordum ama ayağımı yorganıma göre uzatayım dedim, Audi aldım. Olsun, bu da işimi görüyor, hem gösterişli de.
Bakımlarını 12 taksite bölüyorum, her ay 100 lira , mis.

Öyle pahalı yerlere gitmeyiz pek yemeğe , iki kişi toplam 70 -80 liraya doyar kalkarız, nedir ki?  Sinemaya tiyatroya gitmeye pek vakit yok, eh vakit nakittir demişler ya , o hesap.

Yazları tatilsiz olmaz elbet, Çeşme veya Bodrum bizim için biçilmiş kaftan, 3-4 yıldızlı yerlere gidecek halimiz yok, karı koca iyi bir tatili hak ediyoruz sonuçta, nakit dert olmuyor, böldürüyoruz 12 taksite, her ay 200 , mis.

Günlük rutinimi de  bozmam genelde, her sabah evime en yakın caddenin üzerinde ki Starbucks'tan orta boy Coffee Americano içmeden kendime gelemiyorum,ardından McDonalds'ın kahvaltı menüsünü yemezsem olmaz, öğlene kadar aç mı durayım?

Gelgelelim genel çerçeve güzel olmakla beraber hayat o kadar da kolay değil dediğim gibi hayat aslında pahalı. Geçen gün annemlere misafirliğe gitmeden önce markete gidip ufak bir alış-veriş yaptım, patatesin kilosu 4 Tl, yuh! Ekmek olmuş 1 lira, eskiden sudan ucuz olan sebzeler  bile artık sudan ucuz değil, işin komik tarafı su da ucuz değil. 2 poşet dolusu ürün alarak çıktığım markete 42 lira bayıldım, içime oturdu ve bir sigara yaktım.


Şu sigaradan alınan vergi de direk soygun aslında. Neymiş efendim cari açık varmış da, kapanması gerekiyormuş da, çok tüketim yapılıyormuş da vergilendirme bu yüzdenmiş. Yahu ben mi yaptım cari açığı? Benim bir kişi olarak ne gibi bir katkım olabilir cari açığa?  Hadi bizim patrona dense bu durum neyse. Daha geçen yıl şirketin araç filosuna 40 tane Fiat -Tofaş yerli araç aldı, kaliteli Alman malı alalım dedim dinletemedim. Gitti Casper Via cep telefonu aldı şirkete, 120 adet, İphone alalım almışken dedim, kendi telefonumu gösterip anlattım ama dinletemedim, Casper iyiymiş,peh. Neyse.

Akşam yemekte annem gömleğimi çok beğendi , nereden aldığımı sordu, neyse, Tommy Hilfiger dedim, güzelmiş dedi, yahu beğenirsin tabi koskoca marka. Aslında insanlardaki şu marka takıntısını da anlamam mümkün değil, ben mesela girerim kendi sevdiğim birkaç mağazaya, hoşuma gideni alır çıkarım, markaymış oymuş buymuş asla bakmam, zengini daha zengin etmek gibi bir derdim yok, 4 yıl üniversite okudum, bir farkımız da olsun.

Kapı çaldı ve eşim geldi. Hava yağmurlu olduğundan taksiyle gelmiş, okuldan buraya 30 lira ödemiş, bu kadar pahalı olmamalı gerçekten. Bir taksiye 30 lira vermek . Yazık. Hoş geçen hafta sonu 340 lira verip aldığı babetlerine yağmurda bir şey olmasın diye bindiğini söyledi , ne yapalım , mecburiyetten demek ki, ölüm yok ya sonunda.

Akşamın sonunda evimize geçtik, bir şey fark ettim ki dışarıda daha rahatız, eve geldiğimizde soğuk bir ortam karşıladı bizi, kombiyi en düşük derece de çalıştırdığımızdan ve sadece salonun peteği açık olduğundan ısınmamış ev, olsun birazdan yatarız zaten.  Salonun lambası kapalı bir şekilde 1 saat Tv izledik, ardından yatmaya karar verdik, biraz daha uykum gelsin diye kitap okumak istedim ama kitaplığımdaki tüm kitapları okumuştum, uzun zamandır da kitap almamıştım. Gerçekten bu devirde okur olmak çok zor, bir kitap almaya kalksan en az 10-15 lira vereceksin, bu kadar pahalı olmamalı. Sahaflardan da alınmaz ki şimdi, milletin artıkları. Neyse dedim , biraz daha Tv izleyeyim.

Gece yarısına yakındı, Tv'de başbakan mitingi , onu destekleyen halk... Koyunlar diye iç geçirip sinirlendim. Nasıl bu kadar kör olabiliyorlardı?  Nasıl bu kadar bir 'düzen' partisine bağlanabiliyorlardı?
Kapitalizmin uşağı olmuşlardı, zavallıcıklar. Daha fazla sinirlenmemek için yattım.

Uyudum , uyudum, Pınar'la uyudum. Eşim, Pınar. Ben, Deniz.












4 Şubat 2014 Salı

Eskimeyen Moda: Birilerinin Bir Şeyi Olmak

 Moda herkesin bildiği gibi varlık, uygulama, düşünce veya davranışların dönemsel olarak popüler olma durumudur. Modalar, tıpkı insanlar gibi doğar, büyür ve bir süre sonra ölürler. Fakat bir moda var ki değil yıllar asırlar, feriştahı gelse öldüremez(eskitemez): Birilerinin Bir Şeyi Olmak. Bu modayı birkaç spesifik örnekle açıklamak istiyorum.



 Mesela zamanında adamın biri ülke kurmuş, öldüğünde de oğlu başa geçmiş. Neden? Çünkü "O'nun Oğlu". Hadi bu evrensel, gelelim bize has olanlara. Damat Ferit Paşa diye bir adam var, Osmanlı Devleti'nde Sadrazam olmuş ama gelin görün ki adamın en büyük vasfı hanedana damat olmak. Bir de tutup Sadrazam yapmışlar bunu. Ee siz bu dangalağı Sadrazam yaparsanız saçma sapan işler yaparak tarihe geçmesi de kaçınılmaz olur.





   Madem Osmanlı'dan başladım, oradan devam edeyim. Şanlı "Osmanlı Torunları"'na selam olsun! Ben bu arkadaşların imla hatası mağdurları olduğunu düşündüğüm için onlara "Osmanlı Tosunları" demeyi daha uygun görüyorum. Bu tosunlar ağırlıklı olarak eğitimsiz, geçmişte olup bitenden habersiz şahıslar olup, kulaktan dolma bilgilerle kendilerine bu yakıştırmayı yapıyorlar. Bırakın Ferit gibi Sadrazam olmayı mahalleye muhtar bile olamıyorlar ama en azından şanlı dedeleri(!) ile övünüp, kendileri çalıp kendileri oynuyorlar. Açıkçası bu tosunların gerçek zannettiklerini 10 kutu bali çeksem dahi hayal edemem.



 Favorimse "Sedat Peker'in Yeğeni" olmak. Bugünkü konjonktürden dolayı önemini kaybetmiş olsa da zamanında duyanlara korku salan bir statüydü. Bu sözde Yeğenler her türlü itliği hiç görmedikleri dayılarının ismini vererek yaptılar. Küçükken "bu kadar kalabalık sülale mi olur lan" diye düşünüyor, işin içinden bir türlü çıkamıyordum. Aslında kimse çıkamıyordu ama bu çok sayıdaki yeğenlerden hangilerinin gerçek olduğundan emin olamadıkları için insanlar duruma temkinli yaklaşıyorlardı. Konjonktür değişmiş, ünvanın ağırlığı azalmış olsa da bu sahtekarlar için itlik baki kaldı.


 Başkalarına ait sıfatlarla gereksiz varlıklarına kendilerince anlam yükleyen, boş keselerine akçe dolduran bu zavallılar zaman içinde kalıptan kalıba girmiş olsalar da malesef hala varlar ve her yerdeler. 

Toplumsal Gelişmişlik Farklılıkları

   Bir insan topluluğu düşünelim.Bir insan topluluğu ki yüzyıllarca birlikte yaşamış,aynı şeylere sevinip üzülmüş,aynı sorunlarla yüzleşmiş ve yine aynı sorunların üstesinden gelmiş.Bu zaman sürecinde kendi aralarında oluşturdukları bir kültür birliğinden söz etmemek saçmalık olurdu,her topluluğun zamanla toplum olabilmesi adına en mühim şeydir ''kültür''.Bu birlikte yaşayan topluluk zamanla aralarındaki davranışların,düşüncelerin,değerlendirmelerin ve tarihin benzerliği sebebi ile ''toplum'' adını alır.Tabi ki görüş farklılıkları ve düşüncesel bazda ayrışmalar olacaktır.Herkesin haklarını gasp eden bir lidere ''Beni soyuyor arkadaşım sananeee!!'' diyebilecek cehalet düzeyine erişmediği sürece de herkesin farklı görüşleri olmalıdır.Toplumu dengede tutacak şey de zaten bu düşünce farklılıkları,ortak gücün paylaştırılmasıdır.

   Yalnız şöyle bir gerçek var ki bu kültür lafı bu kadar basit bir laf olmakla birlikte,manası sandığımızdan çok daha derindir.Kültürü;ortak yaşayış,düşünce,ortak adet,görenek diye tarif etmeye çalışmak yetersiz kalır.Dini ve hatta belki ırkı da ekleyeyim diyeceksin şimdi..Yetmez arkadaşım.

 
 Şimdi bu bahsettiğimiz toplumun bir kültürü ve ortak bir dünya görüşleri,yaşayış biçimleri var dedik.Diğer tüm toplumlar da bu süreçten geçmiş ve bu toplum gibi ortak bir kültür ve uygarlık diyebileceğimiz,kendi aralarında bir düzen kurmuşlardır.Dünya üzerinde yaşayan onlarca toplum ve uygarlık var bildiğiniz gibi..Peki..Bu toplumlar birbirinden gelişmişlik ve medeniyet düzeyi olarak ne zaman ve nasıl ayrıldılar? Bunun nedenleri nelerdi? Tabi ki hepiniz doğal zenginlik,para vs şeyler diyeceksiniz,zira bende araştırmalarımdan önce böyle düşünmüştüm ama bunların aslında hiç birşey ifade etmediğini size bu araştırmalarımın sonunda 6-7 araştırmacımızın bu konu hakkında düşüncelerinden ortak bir fikir çıkartarak,genel bir tezle kanıtlayacağım ve kültüre yeni bir tanım getireceğim.

   Bir kültür tanımı düşünün ki şuana kadar size öğretilenden çok farklı olsun.Tüm dünya düzenine ışık tutmamızı sağlayabilsin ve bizi aydınlatsın.Evet böyle bir tanım yapmak hiçte zor değil.Tek yapacağımız daha çok okuyup bilgilenmek,her şeye ''kader kısmet'' deyip geçmemek.

   Şimdi ''Kültürün tanımını değiştiricen,açıklican da noolcak?'' diyen tayfa olacak.''Sen naabıyon?'' diyenler olacak..Noolacak biliyor musun arkadaşım ?Şuanda neden Afganistan'da,Irak'ta ve onlarca ülkede insanlar bombaların namluların altında can çekişirken,Afrika'daki halklar açlıktan susuzluktan kavrulurken,biz ülkemizdeki düşünce yobazlarıyla uğraşırken ve ay sonunu zor getirirken;İngiltere'de John'un ''Damn!The coffee is cold!'' (lan yine mi soğuk bu kahve) deyip tüm hayata lanet okuyabilmesinin,bu zenginliğe nasıl eriştiğinin sebeplerini bulacağız;sadece ''kültür'' ile!Ha bu arada içinden ''İlluminati,masonizm'' kelimelerini geçirdiğini duyar gibiyim.Doğru düşünüyorsun.Ama bu sözü edilen örgütler de bir sonuçtur,sebep değil.Bizim istediğimiz şey de zaten ''sebep''leri bulmak.Sonuçları ne yazık ki görebiliyoruz zaten..


   Toplumların nasıl gelişme katettiklerini ve bu gelişmişliğe nasıl eriştiklerini araştıran bir çok araştırmacımız var demiştim.Toplumların geçmişteki ve şuan ki gelişmişlik farklılıklarının sebeplerini araştırmış ve bir çok tez
öne sürmüşlerdir.İlk araştırdığım ve makalelerinden faydalandığım araştırmacı Jared Diamond'dur. Kendisi hayatını Yeni Gine'nin neden geri kaldığını araştırmaya adamış saygı değer bir bilim adamıdır.Bu araştırmalar sonucunda da önemli tezler üretmiş,gelişmişlik farklılıklarının tarım,coğrafya ve iklimle açıklanabileceğini ileri sürmüştür.Bu araştırmacının görüşlerini bir sonraki yazımda irdeleyeceğiz.


 

 

29 Ocak 2014 Çarşamba

'Pembe' gösteren gözlükler

Bir silah düşünün.. Ateş etmiyor ama sürekli faal.  Zararsız görünür, ruhsatsız taşınır, kolay sahip olunur, zor vazgeçilir. Nedir? Tabii ki  Dacia marka bir otomobil değil.

Medya.   Herkesin kullanımına açık ama aslında herkesi kullanmaya vesile olarak kullanılan bir silah.
 Gözüme sokulmaya çalışılan şeylerin , eksik söylenen cümlelerden mütevellit yalanların, ama içeren cümlelerin amasız hallerinin, yalan olduğu halde tekrar metoduyla inandırılan gerçeğimsi olguların yatağı.

Nasıl ve nedeni ise çok uzun, ama özetlemeye çalışacağım. İnsan gördüğünü ve duyduğunu kolay benimser, hele ki kaynak olarak kendince güvendiği bir yere dayanıyorsa, herhangi bir haberin gerçeklik durumunu araştırma veya sorgulama gereği görmez. Örneğim, ATV'de yayınlanan haber bülteninde eğer Yunanistan batıyor , Türkiye ise güçleniyor denip Yunanistan'dan evsiz insan manzaraları, Türkiye'den de AVM'ler aynı ekranda belirtilip Türkiye Yunanistan'dan çok daha iyidir imajı uyandırılırsa, çok ama çok az insan sorgulama veya araştırma ihtiyacı hisseder.

Çünkü aynı kanalda Türkiye'nin ne kadar geliştiği, aslında yaşam standardımızın ne kadar arttığı gibi şeyler sıklıkla vurgulanmaktadır. Yani bu habere inanmanın alt yapısı zaten çoktan hazırlanmıştır. Buradan hareketle , izleyici kitlesi Yunaninstan'ın kötüye giderken bizim iyiye gittiğimize inanacak, tarihten gelen hasımlık duygularından dolayı milli duygular okşanacak, ve bu durumu bizlere yaşatan hükumet tebrik edilecek, yüceltilecektir.

Kendi içinde gayet tutarlı, sistematik ve mantıklı bir döngü.

Aynı haber bültenleri, Yunanistan'da asgari ücretin 900€ olduğundan , kredi derecelendirme notunun Türkiye'den iyi olduğundan, insanların günde 6 saat çalıştıklarından ve mutluluk düzeyinin çok yukarılarda olduğundan, Atina'daki metro ağının Avrupa'nın en gelişmiş metrolarından birisi olduğundan, ortalama yaşam süresinin Türkiye'den çok daha uzun olduğundan asla bahsetmezler. Çünkü bunlardan bahsetmek , asla söz konusu kitlede istenen etkiyi yaratmaz, yani milli duyguları okşamaz ve hükumete duyulan sevgi ve saygıyı arttırıcı rol oynamaz.

Bir diğer husus, yıllardır televizyonlar enflasyon %9, artık tek haneli deyip durmakta. Bunu başaran tek ülke Türkiye gibi davranmakta. En çok izlenen kanalları izleyen birisi, enflasyonun çok az olduğunu, paranın kıymetli olduğunu, emeğinin karşılığını aldığını, %5'lik maaş zammı oranının iyi olduğunu, Türkiye'nin enflasyon bakımından Dünya'nın en iyi ülkelerinden birisi olduğunu rahatlıkla düşünebilir. Aksini düşünen bir iki akşam ATV, Kanal D gibi kanalların haber bültenlerini izleyebilir.

Ancak yine aynı televizyon, aslında kabul edilebilir enflasyon oranının %3 olduğunu, %3 üzerindeyse ekonominin iyi olmadığını, uluslararası piyasalarda güvenirlilik sağlayamadığını, enflasyon sepetinde ki 427 ürünün çoğunun zamlanması zaten zor olan ürünler olduğunu, bireysel enflasyon sepetleri hesaplandığında oranın hala %12 seviyelerinde olduğunu, özellikle dövize bağlı ürünlerde enflasyonun çok daha fazla olduğunu asla dillendirmez. Örneğin, 1 yıl önce 59 bin Tl'ye alınan otomobil bugün 81 bin Tl'dir, ancak bunlar dillendirilmez.

Sadece inandırılmak istenen söylenir, insanlar yönlendirilir, zihinler kodlanır ve ülkede at koşturmaya devam edilir.

Medyaya göre uluslararası alanda çok güçlü bir ülke olmuşuzdur, ancak Adana'da ABD egemenlik haklarımıza tecavüz etmektedir, bu kısım dillendirilmez.

Hala kredi derecelendirme notlarımız Yunanistan düzeyinde bile değildir, ama güç olmuşuz gibi lanse edilir.

ABD'ye gidilmeden hiç bir seçim yapılamaz, tezkere kararları alınamaz, ama biz güçlüyüzdür.

IMF'ye borç para verdik denilir, ancak IMF 'nin kendi yasalarına göre zaten borç vermek zorunda olduğumuzdan bahsedilmez. Bizde çok güçlü olduk sanmaya devam ederiz.

Çılgın projeler açıklanır, asrın projesi gibi başlıklarla duyurulur, ama bu projenin deprem riskini arttırdığından, nüfusu artık İstanbul'un hiç bir şekilde kaldıramayacağı boyuta ulaştıracağından, taraf olunan çeşitli uluslararası antlaşmalara aykırılığından kimse bahsetmez.

Yerli tankımızı uçağımızı yaptık denir , ama Güney Kore'nin ortak olduğundan bahsedilmez, en kritik parçaların çoğunun mühendisliğinin oradan geldiğinden de.

İşte böyle böyle kodlanır zihinler, insanlar yönlendirilir. Sonra da aksini iddia edenler vatan haini muamelesi görür. Yani araştırmak,okumak, sorgulamak suçtur aslında. TV'ler ne derse o kabul edilmelidir.

Sonra da dolar aşağı çekilemez, büyüme düzeyi Cumhuriyet ortalamasının dahi altına iner, işsizlik artar, paranın değeri kalmaz ama TV'ler hala bunlardan bahsetmediği için, asla dillendirilme bu hususlar.

Sonuç mu?  Sigara pahalı olduğu için sigara alamayıp tütün saranlar, benzin ve otomobiller pahalı olduğu için yapılan duble yolları hayatında görme fırsatı bulamayanlar,  maaş yetiremediği için düzgün beslenemeyenler, ısınma ihtiyacını bile gideremeyenler, kışlık giyecek almaya parası dahi kalmayanlar,  hükumetin en büyük destekçisi haline gelir.  Bu kişiler, asla hükumete laf söyletmez, öyle ki hayatlarını bu yolda feda etmeye dahi hazır olduklarını söyleyebilirler, zaten feda ettiklerinin farkında olmadan.